|
|
|
GÜRSOY / MENÜ |
|
|
|
|
|
|
|
Dini hikayeler |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Adalet
|
|
|
İstanbul'un fethinden sonra Hazreti Fatih bütün mahkumları serbest bırakmıştı. Fakat bu mahkumların içinden iki papaz zindandan çıkmak istemediklerini söyleyerek dışarı çıkmadılar. Papazlar Bizans imparatorunun halka yaptığı zülüm ve işkence karşısında ona adalet tavsiye ettikleri için hapse atılmışlardı. Onlar da bir daha hapisten çıkmamaya yemin etmişlerdi.
Durum Hazreti Fatih'e bildirildi. O, asker göndererek, papazları huzuruna davet etti. Papazlar hapisten niçin çıkmak istemediklerini Hazreti Fatih'e de anlattılar. Fatih o dünyaya kahreden iki papaza şöyle hitap etti:
- Sizlere şöyle bir teklifim var: Sizler İslam adaletinin tatbik edildiği memleketimi geziniz, müslüman hakimlerin ve müslüman halkımın davalarını dinleyiniz. Bizde de sizdeki gibi adaletsizlik ve zulüm görürseniz, hemen gelip bana bildiriniz ve sizler de evvelki kararınız gereğince uzlete çekilerek hâlâ küsmekte haklı olduğunu isbat ediniz.
Hazreti Fatih'in bu teklifi papazlar için çok cazip gelmişti. Hemen Padişahtan aldıkları tezkere ile İslam beldelerine seyahate çıktılar. İlk vardıkları yerlerden biri Bursa idi... Bursa'da şöyle bir hadiseyle karşılaştılar:
Bir Müslüman bir yahudiden bir at satın almış, fakat hiçbir kusuru yok diye satılan at hasta imiş. Müslümanın ahırına gelen atın hasta olduğu daha ilk akşamdan anlaşılmış. Müslüman sabırsızlıkla sabahın olmasını beklemiş, sabah olunca da erkenden atını alıp kadının yolunu tutmuş. Fakat olacak ya, o saatte de kadı henüz dairesine gelmemiş olduğundan bir müddet bekledikten sonra adam kadının gelmeyeceğine hükmederek atını alıp ahırına götürmüş. Atını alıp götürmüş ama at da o gece ölmüş.
Hadiseyi daha sonra öğrenen kadı, atı alan müslümanı çağırtıp meseleyi şu şekilde halletmiş:
- Siz ilk geldiğinizde ben makamımda bulunsa idim, sağlam diye satılan atı sahibine iade eder, paranızı alırdım. Fakat ben zamanında makamımda bulunamadığımdan hadisenin bu şekilde gelişmesine madem ki ben sebep oldum, atın ölümünden doğan zararı benim ödemem lazım, deyip atın parasını müslümana vermiş.
Papazlar islam adaletinin bu derece ince olduğunu görünce parmaklarını ısırmışlar ve hiç zorlanmadan bir kimsenin kendi cebinden mal tazmin etmesi karşısında hayret etmişler.
Mahkemeden çıkan papazların yolu İznik'e uğramış. Papazlar orada şöyle bir mahkeme ile karşılaşmışlar:
Bir müslüman diğer bir müslümandan bir tarla satın alarak ekin zamanı tarlayı sürmeye başlar. Kara sabanla tarlayı sürmeye çalışan çiftçinin sabanına biraz sonra ağzına kadar dolu bir küp altın takılmaz mı? Hiç heyecan bile duymayan Müslüman bu altınları küpüyle tarlayı satın aldığı öbür müslümana götürüp teslim etmek ister;
- Kardeşim ben senden tarlanın üstünü satın aldım, altını değil. Eğer sen tarlanın içinde bu kadar altın olduğunu bilseydin herhalde bu fiata bana satmazdın. Al şu altınlarını, der.
Tarlanın ilk sahibi ise daha başka düşünmektedir. O da şöyle söyler:
- Kardeşim yanlış düşünüyorsun. Ben sana tarlayı olduğu gibi, taşı ile toprağı ile beraber sattım. İçini de dışını da bu satışla beraber sana verdiğimden, içinden çıkan altınları almaya hiçbir hakkım yoktur. Bu altınlar senindir dilediğini yap, der. Tarlayı alanla satan anlaşamayınca mesele kadıya, yani mahkemeye intikal eder. Her iki taraf iddialarını kadının huzurunda da tekrarlarlar.
Kadı, her iki şahsada çocukları olup olmadığını sorar. Onlardan birinin kızı birinin de oğlunun olduğunu öğrenir ve oğlanla kızı nikahlayarak altını cehiz olarak verir.
Papazlar daha fazla gezmelerinin lüzumsuz olduğunu anlayıp doğru İstanbul'a Hazreti Fatih'in huzuruna gelirler ve şahit oldukları iki hadiseyi de aynen nakledip şöyle derler:
- Bizler artık inandık ki, bu kadar adalet ve biribirinin hakkına saygı ancak İslam dininde vardır. Böyle bir dinin salikleri başka dinden olanlara bile bir kötülük yapamazlar. Dolayısıyla biz zindana dönme fikrimizden vazgeçtik, sizin idarenizde hiç kimsenin zulme uğramayacağına inanmış bulunuyoruz, derler.
Kaynak: Büyük Dini Hikayeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi |
ÇOK SEVDİĞİ NE İSE
Hz. Musa Aleyhisselâm zamanında evliyaullahtan ve meşâyihi kiramdan ve büyük ulemadan Belam Bin Bâûr isminde bir kimse vardı ki, duası kabul olunur, mürşid-i kâmil, fazilet ve marifet sahibi bir zat idi. Tam 400 yıl gece-gündüz Cenabı Hak'ka ibadet etmişti. Hatta zaman olurmuş ki bir secdede dört gün dört gece durur, tesbih ve tahmid okurmuş. Hak Celle ve Âlâ Hazretlerinin vahdaniyyetine dâir 700 tane kitab te'lif ve tasnif etmiş. Ve mihrablarında oturup daima insanları irşad ile meşgul olurmuş. Bazan da 700 müridi ile birlikte havada uçarlarmış.
İşte bu vasıflarda bir kimseyi, Cenabı Hak ibadetinden reddedip, güneşe tapan kâfirlere ilhak eylemiş. Nitekim Kur'an-ı Kerim'deki «Femeselühû Kemeselil-Kelbi» âyet-i celîlesi bunun hakkında olduğu tefsirlerde yazılıdır.
Bu kıssanın tafsili ise şöyledir:
Hz. Musa Aleyhisselâm, Şam tarafında bulunan kavm-i cebbarin ile harbetmek üzere, Cenabı Hak tarafından memur edilir. Benî İsrail ile beraber Tur dağından hareket ederler. Benî İsrail 12 kabile olup her kabilede 50 şer bin kişi bulunmakla 600 bin kişi idiler. Hz. Musa Aleyhisselâmm böylece Şam havalisine hareketini, kavm-i cebbarin haber alır ve hemen şeyh Belam'a müracât ederler. Zira ekserisi Belam'ın müridleri ve halifesi idiler.
Hz. Musa Aleyhisselâmm Şam tarafına gelmesine hased ederler. İblis aleyhillâne de Belam'a:
- Eğer Musa bu tarafa gelirse, o peygamberdir bütün insanlar O'nun yanına giderler, sizin ise evvelki rağbetiniz kalmaz diye, bir takım iğva verir. Aralarında Şeyhe çok muhabbetli olanlardan bir kaç tanesi, sûret-i Hak'tan gözükerek:
- Şeyhimiz, efendimiz, Hz. Musa bu tarafa geliyormuş. Pek âla, ve lâkin onlar tamamen askerdirler. Bizim ise memleketimiz onları idareye tahammül edemez. Azizlerimiz zelîl ve memleketimizde kıtlık vaki olur. Lütfen siz, gelmemesi için dua edin, diye çok ricada bulunurlar.
Fakat şeyh buna asla rıza göstermez ve O peygamberdir. Onların, seyir ve hareketi vahy-i ilâhî iledir. Bu hususta, onların gelmemesine dua etmek, azgınlık ve âsi olmaktır. O ise büyük bir peygamberdir. Hepimizin peygamberi ve şeriatı ile de âmil olduğumuz halde, aleyhine ve takdir-i Hak'ka muhalif dua etmek kötü bir netice meydana getirir. O'nun gelişinde bereket vardır. Sayesinde bizler de rahatlarız diye, bir hayli nasihatlar ederek hepsini, men ve def eder. Onlar şeyhi ikna etmeye bir türlü çare bulamayınca başka yollar aramaya başlarlar.
Şeyhin gayet güzel, o civarda hiç emsali olmayan bir ailesi vardır. O'na hediye tarzında bir kısım kıymetli ve nadide şeyler ile kumaşlar getirip:
- Ey bizim muhterememiz, vilayetimizde Hz. Şeyhten ulu kimse ve senden iyi bir hatun daha yoktur. Hz. Musa, bu diyara doğru gelmektedir. O peygamberdir, geldiği zaman bütün insanlar O'na giderler. Hz. Şeyhin izzet ve hürmeti ve sizin de rağbetiniz kalmaz. Şeyh Hazretlerine ifade ettik razı olmadılar. Lütfen şeyhin izzeti ve sizin hürmetiniz için, Hz. Musa'nın gelmemesi için Şeyhe dua ettirin. Duaları müstecab olduğu şüphesizdir. Eğer dua ettirir iseniz, nihayetsiz mal toplayıp, zat-ı muhteremelerine takdim için gayret gösteririz derler. Ve kadını razı ederler, İblis aleyhillâne de iğvası ile ikna ettirmeye söz vererek, gece - gündüz şeyhe sûret-i Hak'tan bazan lütuf ve bazan da ağlamak ile, her nasılsa iğfal eder ve Hz. Musa Aleyhisselâmın Tur dağından hareketini haber alan Şeyh Beham, artık kâmil oldum zanneder. Kalbi marifet-i ilâhî'den ve esrar-ı vahdaniyetten habersiz olarak, ettiği ibadetlerde iblis gibi istidrac ettiğini idrak edemeyip ucub ve kibir sahrasında nefsu hevasına uyar. Bunlardan başka aklı noksan olan kadınına da tam muhabbet besleyip O'nun rızasını Hak'kın rızasına tercih eder ve benim duam dergâh-ı izzette kabul olunur diyerek dua edeceğine söz verir.
Şiir:
Kadına meyi edip sevmek, hakikatte hamakattır.
Ki onlara gönül vermek, şeriatta sefahettir.
İblis, Şeyhin Hak'kı gören gözü önünü kadın vasıtası ile örttü. Ve Şeyh gayret-i cahiliyye kuşağını beline kuşanıp, nefsi emmaresi ile mücadeleleri de bırakarak, Salihiyye dağında dua etmek üzere yola çıktı. Giderken:
- Ey Şeyh, nereye gidiyorsun, geri dön. O, Hak'kın emri ile gelen Kelîmullah'tır. Gerçi duan dergâh-ı izzette makbuldür ve lâkin sonu hayır değildir. İblis gibi nedamet çekersin, diye gizliden ses gelir.
Şeyh bir miktar durur. Fakat gayret-i cahiliyyesi ile" ve vefasız kadınının muhabbetini, iblis kalbine ilka etmekle, bu nida-yi Hakîkate uyanamayıp yola devam eder. Bir müddet gittikten sonra havada uçan kuşlar açık bir lisan ile:
- Ya Şeyh, nereye gidiyorsun, geri dön. Hepimiz, Ulûlazîm Rasûlü Âzam olan Hz. Musa'nın gelmesine ve bu diyarı şereflendireceğine seviniyoruz. Allahu Teâlâ Hazretlerinden kork. Son pişmanlık faide vermez, dedikleri zaman şeyh bir miktar daha durur ve şöyle düşünür:
- Ben iblisin ve kadının yanına ne yüzle giderim. Bir kısım kuşların sözleriyle mi döneyim. Sonra tevbe ve istiğfar ederim, nasıl olsa dergâh-i Hak'da kabul olunur.
Böylece yine yoluna devam ederken, ağaçlar açık bir lisan ile:
- Ya Şeyh, nereye gidiyorsun, Allahu Teâlâ Hazretlerinin rızasına muhalif harekette bulunma. Sonra pişman olursun. İblis ne derece yakın iken nasıl reddedildi ve melun oldu. Sonunda harab olursun, geri dön. O gelen Hz. Musa'dır. Bizler O'nun cemâline âşığız. Rızâya aykırı dua etmek senin fazlına ve takvana yakışmaz, derler
Fakat iblis aleyhillâne her taraftan O'nu sarmıştır. Bunlardan hiç birisi kulağına girmez ve merkebini dövüp yoluna devem etmek isteyince bu defa de merkebi asla yerinden hareket etmeyip, açık bir lisan ile:
- Ey âsi ve azgın insan, Cenabı Hak'kın emri ile gelen Kelîmullah'tır. Bütün mahlukat O'nun gelişine sevinirken sen, gelmemesi için dua etmeye gidiyorsun. Akibetinin iblis gibi olacağı açıktır. Beni de âsi etme. Öldürsen bir adım bile ileriye gitmem, der.
Bunun üzerine, gözleri örtülen o şeyh inad eder ve merkebinden iner, yürüyerek dua mahalline gider ve duasını yapar. Cenabı Hak hikmeti üzere duayı kabul buyurur. Şeyh de dönüp aklı kısa kadınına ve müridlerine bunu haber verir. Hep birlikte sevinirler.
Gelelim Hz. Musa Aleyhisselâma.
O Sultan-ı Azîm de kavmi ile beraber Tur dağından kalkıp Konkoçe sahrasına gelmişlerdi. Şeyh-i habisin duası da tam o zaman kabul olunmuştu.
Hz. Musa Aleyhisselâm ertesi gün kavmi ile beraber hareket ederler ve akşama kadar yol giderler. O gece istirahat etmek için konaklayıp, sabah kalktıklarında, kendilerini tekrar hareket ettikleri yerde bulurlar. Sahih rivayete göre bu hal tam 40 gün devam eder.
Nihayet Hz. Musa Aleyhisselâm Cenabı Hak'ka teveccüh edip «Ey bütün sırları ve gizlilikleri bilen Rabbim! Emrine uyarak gaza etmek için bu sahraya kadar geldik. Bu kadar zamandır ilerlemek için gayret ediyoruz, fakat bir türlü olduğumuz yerden ileriye gidemiyoruz. Bunun hikmeti nedir? diye münacatta bulunur. Allahu Teâlâ Hazretleri de:
- Ya Musa! Kavm-i Cebbarın büyüklerinden duası dergâhımda kabul olunan Belam, senin o diyara gitmemen için dua etti. İşte bundan dolayı siz o sahradan ileriye gidemiyorsunuz, buyurdu. Hz. Musa Aleyhisselâm:
- Ya Rabbî! O Belam'ın çok sevdiği ne ise, senin emrine muhalefette bulunduğu için, onu al, diye tazarrûda bulunur.
Böylece, biçare Belam'ın duası kendi aleyhine döndü ve Cenabı Hak O'nun en sevdiği şeyi olan imanını aldı ve son nefesinde imansız olarak gitti.
Rivayet edilir ki, Belam'ın cennetteki makamı, Eshâb-ı Kehfin köpeği olan Kıtmir'e verilmiştir. (3)
Kaynak: Büyük Dini Hkayeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi
ALLAH'TAN UTANANDAN HER ŞEY UTANIR
Ma'rûf-ı Kerhi Hazretlerinin bir dayısı şehrin vâlisi idi. Vâli, bir gün şehrin kenar mahallelerini dolaşıyordu. Ma'rûf'u bir kenarda oturmuş ekmek yerken gördü. Önünde de bir köpek vardı. Bir lokma kendi yiyor, bir lokma da köpeğin ağzına veriyordu.
Dayısı,
- Köpekle birlikte yemeğe utanmıyor musun dedi.
Maruf;
Utandığım için bu zavallıyı yediriyorum dedi ve başını kaldırıp havadaki bir kuşa seslendi. Kuş uçup geldi, eline kondu ve kanadıyla başını ve gözünü örttü.
Ma'rûf;
-Allah'tan utanandan her şey utanır, buyurdu.
Dayısı bu hâli görüp, bu sözü işitmekle hem hayret etti, hem de oradan uzaklaştı.
Allah’tan Utanmaya Senden Daha Layığım!
Çok eski devirlerde Kifl adında bir adam vardı. Kifl, ahlâkî ve insanî değerlere önem vermeyen, para kazanmak için her yolu meşru gören çok zengin bir adamdı. Zenginliğini de faizden elde etmişti. Dara düşen, ihtiyacı olan kimse kendisine geliyor, oda yüksek bir faizle geri ödenmesi şartıyla onlara para veriyordu. Vadesi geldiği zaman kişi parasını ödeyemezse bu sefer faiz miktarını daha da artırıyordu. Şayet yine ödeyemezse adamları vasıtasıyla o kimsenin bütün varına yoğuna el koyuyordu.
Bir gün, kapısına borç için bir kadın geldi. Bu kadın yakın zamanda kocasını kaybetmiş, namuslu, kendisini çocuklarına adamış bir anneydi. Bir süre, kocasından kalan şeylerle evini idare etmeye çalışmıştı. Ancak artık evde para kalmamıştı. Bunun için çalışması gerekiyordu. Bir yerde iş bulmak istedi; ama dışarısı dul bir kadın için çalışmaya müsait değildi.
Neden sonra aklına evde dokuma yapıp onları yakın bir arkadaşı vasıtasıyla satmaya karar verdi. Bunun için bir dokuma tezgahına ihtiyacı olacaktı. Tezgahı alabilmek için de borç arayışına girdi. Yakın dost ve akrabalarına gitti; ama kimsede para yoktu. Çok üzülmüştü. Çaresiz bir şekilde evine doğru giderken yolda istemeden iki kişi arasında geçen bir diyaloga şahit oldu. Şehirde Kifl adında bir kişinin insanlara borç para verdiğini duydu. Hemen onun yanına gitmeye karar verdi.
Kifl kapıda kadını görünce çok beğendi. Onu elde etmek istedi. Kadın, Kifl’den karşılığını ödemek şartıyla borç para istedi. Kifl, kadının dul olduğunu da anlayınca ona ahlaksız bir teklifte bulundu. Kendisiyle beraber olması şartıyla vereceği parayı istemeyeceğini söyledi. Bu teklifi kadın şiddetle reddetti. Çok üzülmüştü. En çok da kendisine böylesi tekliflerin gelmesinden korkuyordu. “Allah’ım bana yardım et.” diye dua etti.
Aradan birkaç gün daha geçmişti. Evde hiçbir şey kalmamıştı. Çocuklar açlıktan ağlıyordu. Onların ağlamasına kendisi de katılıyordu. Kendisini Kifl’e teslim etmeye mecbur hissetti. Bu sırada da “Allah’ım! N’olursun beni affet. Bir daha böyle bir günah işlemeyeceğim.” diye dua ediyordu.
Kadın, Kifl’in yanına gitti. Kifl’in yüzü gülüyordu. Ancak kadın bir yandan ağlıyor, bir yandan da titriyordu. Kifl, kadına bu halinin sebebini sordu. Kadın,
- Buraya kendi isteğimle gelmedim. Daha önce böyle bir günah işlemedim. Onun için Allah’tan çok utanıyorum ve korkuyorum. Beni bu günaha sürükleyen fakirliğimdir, dedi. Kifl, duyduklarına çok şaşırmıştı. O kaskatı kalbi bir anda yumuşayıverdi. İçini pişmanlık duyguları sarmıştı. O sırada ağzından şu ifadeler döküldü:
- Sen fakirliğin sebebiyle mecbur kaldığın bir günah işliyor ve bundan dolayı ağlıyorsun. Halbuki Allah bana bu kadar servet vermişken, ben günah işlemekten çekinmiyorum. Ben, Allah’tan utanmaya ve korkmaya senden daha layığım.
Kifl, pişmanlık hisleri içinde, yapacağı kötü işten vazgeçti. Kalbine apayrı bir huzur ve mutluluk geldi. Kadına bir miktar para verip onu gönderdi. Kadıncağız, sevinç ve kendisini harama girmekten koruyan Rabb’ine şükür içinde evine döndü.
Kifl, artık eski Kifl değildi. O güne kadar yapmış olduğu bütün günahlar için tevbe ediyordu. O gün sabaha kadar Rabb’ine dua dua yalvardı ve affını diledi. O gece Kifl’in ecel vaktiydi. O hal üzere ruhunu Rahman’a teslim eyledi.
Sabah olmuştu. Kifl’in evinden çıkmadığını gören yakınları kapıyı açtıklarında Kifl’i ölü olarak buldular. Bu sırada kapısında herkesin okuyabileceği şekilde şöyle bir yazı vardı: “Allah, Kifl’in günahlarını affetti.”
Halk, bu duruma şaşırdı kaldı. Allah, Kifl’in affedilmesine sebep olan bu olayı, o dönemin peygamberine vahiy yoluyla bildirdi. Böylece herkesin şaşkınlığı gitti ve insanlar bundan büyük bir ders aldılar.
Hikâye bize ne anlatıyor?
Tevbe kapısı her zaman ve her kişi için açıktır. Bir kimse ne kadar günahkâr bir kul olursa olsun büyük bir pişmanlık ve samimiyetle tevbe ederse Allah onun tevbesini kabul eder ve onu bağışlar.
Allah, kendi rızası istikametinde bir hayat yaşamaya gayret eden kullarını sever. Rahmetinin gereği olarak bazen kulları günaha gireceği an onları değişik vesilelerle korur. O yüzden kula düşen Rabb’iyle arasındaki bağı devamlı surette güçlü tutmasıdır.
Kaynak: Zaman Ailem, 167. Sayı
ARZU EDEN GELSİN
Muhammed Nasûhî Efendi, bir ara üç gün müddetle sevenlerinden birinin dâveti üzerine hava değişikliği için Çamlıca civârındaki Bulgurlu'ya gitti. Bulgurlu'ya gelişlerinin ilk gecesi, gece yarısından sonra teheccüd namazını kıldıktan sonra yanında bulunanlara;
- Bize bugün Üsküdar'a gitmek gerekiyor. Hizmeti yerine getirdikten sonra inşâallah yine geliriz. Arzu eden bizimle gelebilir, buyurdu.
Sabah namazını kıldıktan sonra Üsküdar'a gelmek üzere yola çıktı. Yolda karşısından derviş kıyâfetli biri geldi ve;
-Ben duâcınız da efendime gidiyordum. Dergâhınıza vardım. "Efendim hazretleri (yâni siz) Bulgurlu'dadır." dediler. Çok şükür efendime burada kavuştum. Size gelişimin sebebi, Üsküdar'da Bülbülderesi denilen yerdeki bir mağarada, Nakşibendiyye yolu mensuplarından Şâh Haydar adında bir zât vardı. Bu zât kimsenin işine karışmayan, haram işlememek için insanlardan uzak yaşamaya gayret eden biriydi. Ömrünün sonuna doğru bana; "Artık dünyâ hayâtım bitmek üzeredir. Vefât ettiğimde cenâzemi yıkamak, namazımı kılmak, kabre koymak ve telkînimi vermek üzere Nasûhî hazretlerinin vekil olmasını istirhâm ediyorum. Bu vasiyetimi unutma ve başkaları yapmak isterlerse mâni ol. Vefâtımı ve vasiyetimi ona bildirmene lüzum yok. Ona Allahü teâlâ bildirir." buyurdu. Lâkin duâcınız işgüzârlık yapıp kendiliğimden geldim. Bu gecenin son üçte birinde vefât etti, dedi.
Nasûhî hazretlerinin yanında bulunan talebeleri, onun bir kerâmetini daha gördüler. Vefât eden zâtın dediği gibi oldu. Nasûhî hazretleri talebeleriyle birlikte Bülbülderesine geldi. Kabrini kazdırdı.Cenâzesini yıkadı. Namazını kılıp, kabre koydu ve telkînini verdi.
Kadına Yanlış Fikir Veren Komşu
Ebû Müslim Havlânî, mâneviyat büyüklerinin hem de ileri gelenlerindendir. Kendisi ibadette, ahlâkta, zühd ve takvâda örnek bir tasavvuf büyüğüdür. Tâbiîn zamanında İslâm’a girmiş, ciddî bir araştırma tahkikten sonra girdiği İslâm’da öylesine ilerlemiş ki, kendinden önce girenler ondan sonraya kalmış, ondan feyiz alıp nasihat dinler olmuşlardır.
Ebû Müslim’in kendisi ilerleyip de hanımı geride kalmış değildi. Hanımı da hemen kendisine yakın şekilde mânen ilerlemiş, beyinin takvâsına yaklaşan bir iktisad ve kanâat ehli hâline gelmişti.
Bu yüzden birlikte oruç tutarlar, birlikte gece namazı kılarlar, yine birlikte vakit namazlarına hazırlanırlardı.
Hattâ “Hılletü’l-Evliyâ”da anlatıldığına göre, Ebû Müslim camiye giderken tekbir alarak evinden çıkar, namaza yönelirdi. Hanımı da onu tekbirle uğurlar, yine tekbirle karşılardı.
Ancak, bir gün durum değişti. Ebû Müslim, cami dönüşü evinin avlusuna girdiği halde tekbir sesi işitmemiş, bunun bir sebebi olacağını düşünmeye başlamıştı. Halbuki hanım evden dışarıya da pek çıkmaz, habersiz bir yere gitmezdi.
– Hayırdır inşâallah, diyerek kapıdan giren Ebû Müslim, az sonra elinde yemeklerle hanımının geldiğini gördü. Sofrayı hazırlayan hanım şöyle bir köşeye “Offf!” diyerek yığılıverdi.
Ebû Müslim şüphelenmeye başladı:
– Hanım, sende bir değişiklik var, nedir bu oflamalar?
Cevap verdi:
– Ne olacak, yorgunluk, bitkinlik! Bütün gün ev işleriyle meşgul oluyor, yorulup bitkin düşüyorum. Halbuki sen halifenin huzuruna girince bir hizmetçi istesen, seni kırmaz hemen verirmiş.
– Hanım, halifenin bana hemen bir hizmetçi vereceğini nereden biliyorsun? Benim böyle itibarım var mı ki?
– Varmış!
– Nereden biliyorsun?
– Nereden olacak, işte komşu kadını! O, senin böyle yüce bir itibara sahip olduğunu söyledi. Hem halifeden sadece hizmetçi değil, başka daha neler istesen alırmışsın. Onun için nüfuzunu kullanmanı, hizmetçi ile kalmayıp biraz da maddî yardım talebinde bulunmanı istiyorum.
Kendisini tekbirlerle namaza uğurlayıp, yine tekbirlerle karşılayan hanımının birden fikrinin bozulup dikkatinin dağıtıldığını gören Ebû Müslim, buna çok üzülür, ne yapacağını şaşırır.
Halife Hz. Muâviye’den böyle bir talepte bulunmayı asla istemez ama, kadın da bunda ısrar eder:
Bu defa gazaba gelen büyük velî, elini açar ve bedduasını yapar:
– Allah’ım, beni tekbirle namaza gönderip yine tekbirle karşılayan bu sâliha kadının kim fikrini çeldi, aklını bozdu ise, onun gözünü kör eyle!.
O anda evin öteki köşesinde bir feryat kopar!
– Ortalığı aydınlatın, gözlerim görmüyor!
Meğer geçim bozup, yuva yıkmakla meşhur olan komşu kadını henüz evdeymiş, birdenbire dünyasının karanlığa gömülmesini ışığın sönmesine hükmetmiş.
Ancak, bunun ansızın gelen körlükten başka bir şey olmadığını anlayınca başlamış büyük velîye yalvarmaya: – Ben ettim, sen etme!...
Bundan dolayı derler ki:
– Dindar hanımlar, dindar olmayan kadınların verdikleri yanlış fikirleri dinlememeli, yanlış fikir verenler de günün birinde mutlaka bir belâya uğrayacaklarını hatırdan çıkarmamalıdır!..
Nitekim komşu kadını yanlış fikir verdi, körlük cezasına müstahak oldu.
Kaynak: Yeni aile İlmihali, Ahmed Şahin, Cihan Yayınları
Karınca yuvasını dağıtmayın (1)
Erek Dağı'nda havalar iyice soğuyuncaya kadar kalmıştık. Artık neredeyse kar yağmaya başlayacaktı. Kaldığımız yer bayırdı. Buraya bir oda yapmamızı istedi. Biz de hemen çalışmaya koyulduk. Başladık kazmaya.
Kazı yaparken bir karınca yuvası çıktı. Üstad karınca yuvasını gördü. Kazıyı durdurmamızı istedi. Sebebini sorduk:
"Bir ev yıkıp bir ev yapmak olur mu?" dedi. "Bu hayvanların yuvasını dağıtmayın. Başka bir yeri kazın."
Biz başka bir yeri kazmaya başladık. Oradan da karınca yuvası çıktı. Bana yardım eden bir arkadaş vardı. O, "Böyle olur mu hiç?" diye bana sordu. "Üstad gelir gelmez, karıncaların üzerine toprak atalım. Yok eğer böyle giderse bu odayı yapamayız."
Sonunda oraya bir odacık yaptık.
Üstad karınca yuvalarının yanına gelince, ekmek, bulgur ve şeker koyardı. Kendisine şekeri niçin koyduğmuzu sorduğumuzda, şöyle demişti:
"Bu da onların çayı olsun."
ÜÇ MESELE
İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri r.a., hac için yola çıkıp Medine'ye ulaştığında karşılaştığı Seyyid Muhammed Bâkır Hazretleriyle arasında şöyle bir konuşma geçer. Seyyid Muhammed Bâkır:
-Sen kendi aklınca kıyas yaparak, Peygamber dedemin dinini ve hadislerini değiştiriyorsun, der.
-Böyle bir şey yapmaktan Allah'a sığınırım efendim. Lütfen oturunuz. Rasulullah'a olduğu gibi benim size de hürmetim var, der İmam-ı Azam. Seyyid Muhammed Bâkır'a yer gösterir. Her ikisi de yerini aldıktan sonra Ebu Hanife Hazretleri söze başlar:
-Üç mesele soracağım. Birincisi şu: Erkek mi daha güçsüz kadın mı?
-Kadın erkekten güçsüzdür.
-Mirasta adamın payı kaç, kadının kaçtır?
-Erkeğin mirastaki payı iki, kadının birdir.
-İşte bu ceddin Peygamber s.a.v.'in sözüdür. Eğer onun dinini değiştirmiş olsam, benim akıl ve kıyas yoluyla, kadın daha zayıf olduğu için ona iki pay, erkeğe bir pay düşer derdim.
Ebu Hanife Hazretleri tekrar sorar:
-Namaz mı daha üstün, oruç mu?
-Namaz oruçtan üstündür.
-İşte bu da deden Rasulullah'ın sözüdür. Eğer ceddinin dinini akıl ve kıyasla değiştirmiş olsaydım, âdet halindeki kadının kılamadığı namazları kaza et mesini, orucu kaza etmemesini emrederdim.
Ebu Hanife Hazretleri üçüncü soruyu sorar:
-Sidik mi daha pis, meni mi?
-Sidik meniden pistir.
-Eğer deden Peygamber s.a.v.'in dinini kıyasla değiştirmiş olsaydım, sidikten dolayı gusletmek gerektiğini ve meniden dolayı da sadece abdest almak gerektiğini söylerdim. Fakat akıl ve kıyasla bu dini değiştirmekten Allah'a sığınırım.
Seyyid Muhammed Bâkır Hazretleri yerinden kalkar ve Ebu Hanife'yi kucaklar. Tebrik edip ona ikramda bulunur. (1)
ÜÇ SUÂL VE BİR CEVAP
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'ye felsefecilerden bir grup geldi. Suâl sormak istediklerini bildirdiler. Mevlânâ hazretleri bunları Şems-i Tebrîzî'ye havâle etti. Bunun üzerine onun yanına gittiler. Şems-i Tebrîzî hazretleri mescidde, talebelere bir kerpiçle teyemmüm nasıl yapılacağını gösteriyordu. Gelen felsefeciler üç suâl sormak istediklerini belirttiler, Şems-i Tebrîzî;
"Sorun!" buyurdu. İçlerinden birini başkan seçtiler. Hepsinin adına o soracaktı.
Sormaya başladı:
"Allah var dersiniz, ama görünmez, göster de inanalım."
Şems-i Tebrîzî hazretleri;
"Öbür sorunu da sor!" buyurdu.
O;
"Şeytanın ateşten yaratıldığını söylersiniz, sonra da ateşle ona azâb edilecek dersiniz hiç ateş ateşe azâb eder mi?" dedi.
Şems-i Tebrîzî;
"Peki öbürünü de sor!" buyurdu.
O;
"Âhirette herkes hakkını alacak, yaptıklarının cezâsını çekecek diyorsunuz. Bırakın insanları canları ne istiyorsa yapsınlar, karışmayın!" dedi.
Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, elindeki kuru kerpici adamın başına vurdu. Soru sormaya gelen felsefeci, derhâl zamânın kâdısına gidip, dâvâcı oldu.
Ve;
"Ben, soru sordum, o başıma kerpiç vurdu." dedi.
Şems-i Tebrîzî;
"Ben de sâdece cevap verdim." buyurdu.
Kâdı bu işin açıklamasını istedi. Şems-i Tebrîzî şöyle anlattı:
"Efendim, bana Allahü teâlâyı göster de inanayım, dedi. Şimdi bu felsefeci, başının ağrısını göstersin de görelim."
O kimse şaşırarak;
"Ağrıyor ama gösteremem." dedi.
Şems-i Tebrîzî;
"İşte Allahü teâlâ da vardır, fakat görünmez.
Yine bana, şeytana ateşle nasıl azâb edileceğini sordu. Ben buna toprakla vurdum. Toprak onun başını acıttı. Hâlbuki kendi bedeni de topraktan yaratıldı.
Yine bana;
"Bırakın herkesin canı ne isterse onu yapsın. Bundan dolayı bir hak olmaz." dedi. Benim canım onun başına kerpici vurmak istedi ve vurdum. Niçin hakkını arıyor? Aramasa ya! Bu dünyâda küçük bir mesele için hak aranırsa, o sonsuz olan âhiret hayâtında niçin hak aranmasın?" buyurdu.
Felsefeci, bu güzel cevaplar karşısında mahcûb olup, söz söyleyemez hâle düştü.
"HER INSAN ÖLECEK YASTA"
Geç kalmayasin!
•••
Koca Mimar Sinan... yapmis da gitmis.
Yunus Emrem... söylemis de gitmis.
Seyh Edebali... görmüs de gitmis.
Fuzulî, Nedim, Seyh Galip... yazmis da gitmis.
Nene Hatun, Sütçü Imam, Antepli Sahin... baslamis da gitmis.
•••
Kimse kimseden eksikli degil.
Büyük degil, küçük degil, farkli hiç degil. Düsünebilen kisinin,
üstesinden gelecegi
görevler mutlaka vardir.
Tekrarliyorum:
Güzel bir sey yap,
Güzel bir sey söyle,
Güzel bir sey gör,
Güzel bir sey yaz, veya
Güzel bir seye basla.
"Her insan ölecek yastadir!"
Güzel bir sey yap kardesim. Dünyaya kirk kerre gelinmez. Madem yasiyorsun,
sihhatli
nefesler aliyorsun... Bir sey yap.
Bir sey yap... Güzel olsun.
Çok mu zor?
O vakit güzel bir sey söyle.
Dilin mi dönmüyor?
Güzel bir sey gör.
Veya:
Güzel bir sey yaz.
Beceremez misin? Öyleyse,
Güzel bir seye basla.
•••
Zor ise:
Bir sey söyle.
Beceremiyorsan:
Bir seyler gör.
Birseyler yaz.
O da mi güç?
Bir seylere basla.
Ama hep güzel seyler olsun.
Çünkü:
"HER INSAN ÖLECEK YASTA"
Geç kalmayasin!
|
|
|
|
|
|
|
|
|
GÜRSOY / ANKET |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|